yağmurda
Gitar çalıyordum. Aslında gitarla oynuyordum desem daha doğru olur. Parmaklarımı perdelerde gezdiriyordum. Arada bir şans eseri iyi bir ezgi yakalıyordum. Öylesine, can sıkıntısından almıştım elime gitarı.
Belki de sıkıntım havalardandı. Ağustos'un sonlarında, bunaltıcı sıcakta, Afyon'un gökleri bulutlarla kaplıydı. Boğulacak gibi oluyordum. Birkaç gündür sağanak yağmur sıcaklarla güreşiyordu. Parmaklarım tellerde kayarken yine başlamıştı müsabaka.
Dışarıdan top sesleri geliyordu. Sivastopol önünde gemileri batıranlardan değil tabi. Mütevazı plastik bir topumuz vardı havası inene kadar. İki arkadaş maç yapıyordu. Teke tek. Havalandırmanın iki duvarına birileri siyah boyayla ufacık kaleler çizmişti. Bütün saha yedi metre. Ama Murat ve Medeni topa yeşil sahalardaymışlar gibi vuruyorlardı. Ayağın topa çarpma sesi bir; topun duvara çarpması iki; bazen sekip öbür duvara da çarpar, etti üç; bir de beton zemine düşerken çıkardığı ses var, etti dört. Dört pare top atışı tek vuruşta.
Hayır, rahatsız falan değildim seslerden, sadece yağmurda oynanıyor olması ilginç gelmişti nedense. Gitarı kaldırıp, kapıya geldim. Şakır şakır yağmurun altında tepinip duruyorlardı işte. Onları izlemeye başladım.
Dışarıdayken, rahmete basmamak için en yakın sığınağa girenlerden değildim, çıkar yürürdüm yağmurun altında. Kendimi dertlerimden arınıyor gibi hissederdim. Bir de yağmurun altında gezen gizemli adam havalarına girerdim.
Şimdi ise hastalanmaktan korkuyordum. Beton çeker derler ya... Islak ıslak beton lahitin içinde gezinirsen şifayı kaparsın haliyle. Betonla ilgili başka efsanelerde vardır. Mesela, toprağa çıplak ayakla basmadığımız için vücuttaki elektriği atamadığımıza inanırız, dışarıda çok basardık da! Beton ise elektriği almaz ya da mış.
Bizimkiler top oynamayı bırakıp, koşmaya başladılar. Sonra Murat yere yattı. Betona! Ardından Medeni... Kollarını açıp öylece uzandılar. Çocukça neşe. Oysa Medeni adam vurmuş, otuz beş - kırklık bir adam, Murat ise terörden yargılanıyor. Tehlikeli adamlar yani normal insanlara nazaran.
Onlara katılmaya can atıyordum, ama bir yanda da hasta olmak var. Kapının eşiğinde onlara bakıyordum. Şortla geziyordum sıcaktan. Rüzgar, damlaları önce çıplak bacaklarıma vurdu, sonra da her yerime. Eşikte yeterince ıslanıp aklım başıma gelince "Ulan biraz da dışarıda ıslanayım bari" dedim.
Kollarımı yukarı kaldırıp yağmur tanrısına "Heyo!" diye bağırarak minnetimi sundum. Ama henüz yerde yatan sucuksu gruba katılmış sayılmazdım. Formalitelerin tamamlanması için Medeni ayağa kalktı. Ortada her nedense açık duran ufak leğenin topladığı sularla vaftiz törenini halletti. Kafamdan aşağı boşalan yağmur suyuyla iliklerime kadar ıslanarak gruba dahil oldum. Artık rüzgarı daha iyi hissediyordum. Şimdi ayvayı yemiştim işte, garanti hasta olacaktım. Üstümü de çıkarıp koşmaya başladım. Yediye beş metre havalandırmada dönüp duruyordum. ve sırıtıyordum. İsmail abi kapıdan bize baktı: "Sıyırmış bunlar" deyip içeri döndü.
Yarım saat sonra iyice donunca içeri girip kurulandım. Yağmur insanın kokusunu daha farklı yapıyor, kendi kokumu sevdim.
Ha bu arada; hasta falan da olmadım.
ipte
Mehmet voltalıyordu bahçede.
Tatar Ramazan der ki: "Volta cezanın törpüsüdür".Haklı adam. Volta atmak, içeride de, dışarıda da insanı düşünmeye ve hayal etmeye yönlendirir. Zihninin derinlerine daldıkça hapishane falan kalmaz gözünde.
Genellikle böyledir bu, ama Mehmet bu sefer bir türlü hapishaneden kurtulamamıştı. Koğuşta sorunlar vardı. Ufak tefek şeyler... Ama kum taneleri de ufak tefektir. Bunlar vardı aklında. Çözmek falanda istemiyordu, sadece dolanıp duruyordu.
Sonra kendini sıyırıp dışarıyı düşünmeye, düşlemeye başladı. Yine de duvarlar bir türlü yakasını bırakmıyordu. Gitgide daralıyor gibiydiler kahrolası, devlet grisi boyalı duvarlar. Grilik her yere yayılıyor, gri seni yutuyor, sen griyi soluyorsun, bunalıyorsun.
Mehmet duvar kenarından "bunalım voltası" atarken yanı başında bir arkadaş çamaşırların üzerinde tepiniyordu. Yıkama bitmiş, durulamaya geçilmişti.
Adam tişörtleri suya daldırıp daldırıp çıkardı, iyice sıktı. Çırpıp astı. Böyle dört beş tişört renk renk dizildi iplere.
Gri denizde yüzen Mehmet bu renkli bayrakları fark etti. Voltayı durdurdu, onlara bakakaldı. Demek ki hala umut var. Gülümseyip içeri girdi.
Bir gün sıkıntılı bir zamanımda bana anlattı hikayesini, ipte asılı çamaşırları göstererek.
kuşta
Biliyorum çok saçma olduğunu, ama yine de anlatacağım.
Sabah saatleriydi galiba. Erkenden kalkmış bahçede hava alıyordum. Biraz voltaladım. Böyle yarım saat geçti.
Sonra bir tuhaflık fark ettim. Kendi ayak seslerimden başka çıt yoktu. Durdum, şöyle bir dinledim etrafı. Tamam bizim blok komple uyuyor olabilir, ama en azından dışarıdan uzak araba sesleri falan gelir. Ama yok, çıt yok.
Sanki duvarlar genişledi, beton bir çölde kayboldum. Herkes dünkü atom bombası saldırısında ölmüş, benim uykum ağırdır, fark etmemişim. Kafamın içinde bile ses yok.
Varlığımdan emin olmak için bir şarkı mırıldanacaktım ki sabahın ilk çıtı geldi. Duvarın üstünde ufacık bir kuş cik dedi. Şöyle bir bakındı, sonra da uçtu gitti.
Hemen ardından iç sesim geri geldi. Bir çocuk korosu toplanmıştı kafamda. Hep bir ağızdan tekerleme gibi bir şarkı tutturdular:
"Kuş beyinli serçe. Kuş beyinli serçe.
Ne işin var ulan senin hapishanede..."
Sen de arıyor musun neyi aradığını bilmeden?...
ulaş akyol
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder