Güneş, kaya duvarlardan ağır ağır aşağıya iniyordu. Tam öğlen vakti uçurumun dibini bulacaktı ışık ve bu dar vadideki tüm güzelliği ortaya çıkaracaktı. Kayalardan, buralarda da hayat olduğunu haykırırcasına serpilip başlarını öne eğen otlara, çiçeklere baktı birinci adam.
Yalnız değildi. Uçurumdan aşağı düşenler ve dipteki belli belirsiz parıltıyı fark edip atlayanlar burada küçük bir topluluk oluşturmuştu. Her gün öğleye doğru bir araya gelip kısacık bir vakit görünen güzelliği izliyor, sevinç ve bir güzelliği beraber keşfedip yaşamanın verdiği sevgiyle birbirlerine sarılıyorlardı. Sonra karanlık... Ama yine de yukarıdakilere acıyordu birinci adam. Onlar bir duyguyu derinlemesine yaşamayı anlayamazlardı, yaşayıp geçiverirlerdi. Neden karşılaştırıyordu ki kendini onlarla, yukarıdakilerle ilişkisini kesmemiş miydi?
İçinde bir ürpertiyle aşağıya baktı bakabildiği kadar ikinci adam. Çite bir tahta daha ekleyip, çaktı bir çivi daha. Uçurum çok çok derindi ve dibini buradan göremiyordu. Bir de düşse ne olurdu kim bilir? Ya ölmezse?
Bir çivi daha, burası sallanıyor mu ne?! Az sonra birkaç arkadaşıyla uçurum kenarında öğlen yemeklerini yiyecekler ve köydeki insanları düşmekten korumak için yeni tahtalar çakacaklardı çite. Böyle sürüp gidecekti. İşin kötüsü, köy halkı onların kıymetini bilmiyor, onları korumak için verdikleri mücadeleyi anlamıyorlardı.
Birinci adam daha geçenlerde atlayıvermişti aşağıya. Oysa o da çivi çakanlardan biriydi. "Herhalde öldü" diye düşündü ikinci adam, "ya da daha kötüsü, orada yaşayan gulyabanilere karıştı."
"Kolay gelsin." dedi üçüncü adam ikinciye. Dediğine de pişman oldu, çünkü iki saatlik bir nutuk dinledi uçurum hakkında. İkinci adam anlatabileceği biricik şeyi, ıncığına cıncığına kadar anlatmıştı.
Üçüncü adam köyden çıkarken, dinlediklerine anlam veremedi. Elini sallayıp "Kafayı yemiş bunlar." dedi.
ulaş akyol
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder