10 Mart 2008 Pazartesi

çakmak

İçeri odaya girdi, arkasından kapıyı kapattı Salim. Kalabalık yeni dağılmıştı. Bir kısmı arabasına atlayıp şehre geri dönmüş, burada işi btmeyenler ise köydeki yatakhanelere yönelmişti. Kafası korkunç ağrıyordu. Yaşı altmışa gelmişti. Kaldıramıyordu kafası kalabalığı artık. Gençken bununla daha rahat başa çıkıyordu. Yaşlılık saygınlığını daha da fazla artırmıştı, ama ses denizinde boğulur gibi oluyordu. Diğerleri farkına varmasa da, o da bir insandı sonuçta, arada bir kafa dinlemeye ihtiyacı vardı. Allahtan akşamları bu iç odaya çekilmeyi alışkanlık haline getirmişti. Yarın aynı hengame yeniden başlayacak, yine kapısına dayanacaklardı. Kader işte, onun da işi buydu.

Camın önündeki sedire oturdu. Tek bacağını katlayıp döndü, dışarı baktı. Bayıraşağı bodur çalılar dolunayın donuk ışıkları altında seçilebiliyordu. Bu çalılar haricinde dümdüzdü toprak, bir tek ağaç yoktu. Ama böyle olması önünü açıyor, oda ve manzarası daha ferahlatıcı bir hal alıyordu.

Canı sigara çekti. Sedirin önündeki sehpaya uzandı. Çakmağını aldı. Çakmağın az ilerisinde de tütün tabakası duruyordu. Ona uzanırken sol kolu sızladı, yuvarlandı yere ve herşey kararıverdi. Durdu kalbi.

Erkekleri yatakhaneye yerleştiren Salim, biraz dışarıda hava alıp geri döndü eve. İrfan kapının eşiğinde oturuyordu. İçeri girerken sordu ona:

- Hazret çıktı mı iç odadan?

- “Yok henüz çıkmadılar.”, dedi İrfan.

- Belki uyuyakalmıştır, gidip üstünü örteyim de üşümesin.

İçeri odanın kapısını açar açmaz yerde yatan yaşlı adamı farketti. O an anlamıştı öldüğünü. Yanına yaklaşıp çömeldi. Yüzüne, sakallarına dokundu adamın. Boşluğa bakan grileşmiş gözlerini kapadı, çağırdı İrfan’ı.

İrfan onun kadar soğukkanlı değildi. Yaşlı adamın cesedini görünce, çığlık atıp hıçkırıklara gömüldü. Ölünün üzerine kapandı. Salim, İrfan’ın adamı ne kadar çok sevdiğini biliyordu, ama bu davranış uygun düşmezdi. İrfan’ın omzuna dokundu. “Tamam”, dedi “kendine gel artık. Allah sevdiklerini yanına erken alır. Gel mevtayı kaldırıp sedire yatıralım, böyle yerde kalmasın.”

Cesetler ne kadar da ağır oluyordu! Salim bu fikrini kendine sakladı. Hazret’i sedirin üstüne yatırıp, kollarını yanında birleştirdiler. Temiz, beyaz bir çarşaf örttüler yüzüne. Salim koşarak yandaki eve gitti. Kapıyı açan kırk yaşlarında, uzun sakallı adama tek cümle söyledi, lafı dolaştırmadan:

- Şeyh Seyyid Abdullah Hazretleri az evvel Hakk'ın rahmetine kavuştu efendim.

Merhum şeyhin kabul salonu hıncahınç doluydu. İki günde haber hızla yayılmış, sevenleri köye akın etmişti. Şeyh’in asıl evinde, ailesinin oturduğu evde başörtülü, karaçarşaflı kadınlar bağrışıp ağlaşıyorlardı. Bahçeye iki kazan kurulmuş, Şeyh’in giysileri fakir fukaraya dağıtılmak üzere yıkanıyordu.

Erkekler cenazeyi teneşire yatırdılar. Şeyh’in sağ eli sımsıkı kapalıydı. Sancıdan kenetlenmiş parmaklarını güçlükle açıp çakmağı aldılar ve Seyyid Muhammed’e teslim ettiler. Yeni şeyh ve imam Seyyid Muhammed, babasının cenaze namazını kıldırdı. Büyük bir kalabalıkla, üzerine hızlı hızlı toprak atarak gömdüler şeyhi köyün mezarlığına.

Mezarda Şeyh’in sakal ve tırnakları hala uzarken taziyeler kabul edildi, giden gitti, kalan kaldı. Kabul evinde yeni imam cemaatle toplanıyor, Şeyh’in kerametleri anılıyordu. Azrail durup dururken sapasağlam adamın canını alıvermişti. “Yaa, işte elinde bir çakmakla göçüp gitti rahmetli.”

Çakmakla ilgili laf döndü dolaştı cemaatin arasında. Besbelli ki, bu da Şeyh’in bir kerametiydi. Ölürken bir mesaj vermek istemişti. Neden tutsundu yoksa o çakmağı öyle sıkı sıkı?

Şeyh, İrfan’ın ikinci, hatta birinci babası sayılırdı. Bir haftadır eriyip gitmişti çocuk. Neredeyse yememiş, içmemiş, uyumamış, boyuna ağlamıştı. Kan oturmuş gözlerle yeni imamı izliyordu. Seyyid Muhammed’i ağabeyi sayardı. Oğul elbet babasının yokluğunu hissettirmeyecekti cemaate, ama İrfan artık kalamazdı, anlamıştı Şeyh’inin kendisine verdiği işareti.

Kalktı dışarı çıktı. Duvara dayalı bir kürek buldu, sapını çıkardı. Aslında teamül gereği sopa boyunu aşmalıydı, ama bu da işini görürdü. Cebindekileri çıkarıp yere attı. Sopasına dayanarak yürüdü yürüdü ağladı… Birkaç saat sonra köy çok uzaklarda kalmıştı. Hak aşkına yanmaya yazgılıydı artık, Pir’i işareti vermişti.

Ana yola çıktığında, yanından geçen arabaların şoförleri ona dikkat bile etmiyor, edenlerse bu hırpani gencin haline gülüp geçiyordu. İrfan sopasına dayanmış, arabalara bakıyordu. İşlek yo çok gürültülüydü. Hele o kamyonlar… Oysa eşeklerin, atların, develerin zamanında sadece nal ve çıngırak sesleri duyulurdu. Araba yollarından gitmek ona göre değildi. Karşıya geçip şarampolden aşağı inmeye başladı. Epey dikti burası. Sopası şimdi işe yarıyordu. Derken…

Kayıverdi İrfan. Sanki tepesindeki güneş daha kaygan yapıyordu toprağı. Sopası bile kayıp elinde kaldı, yuvarlandı İrfan. Şarampolün dibinde zihni, hissi bomboş yatakaldı. Kafasını sağa çevirdi. On santim ötede arabaların birinden buruşturulup fırlatılmış bir sigara paketi duruyordu. Kırmızı beyaz, ama yamulunca kırmızısı öne çıkmış. Doğruldu İrfan, hala sımsıkı tuttuğu sopaya baktı, gülmeye başladı. Kahkahalar atıyor, kendinden utanıyor, gözünden yaşlar geliyor, gülmesini bir türlü durduramıyordu. “Hah” diye düşündü, “şimdi delirmeye başladım işte”. Bunu düşünmesiyle gülüşü alışkanlıkmış gibi oldu, bıraktı onu. Ayağa kalkıp sopasını fırlattı. Yolda kendisini alan ilk kamyonla Isparta’ya, ailesinin yanına doğru yola çıktı.

Yeni imam Seyyid Muhammed ise kara kara düşünüyordu. Çakmaktan bahsediliyordu cemaatte. Akşam yemeği sonrası sohbette elbet soracaklardı ondan kerametini. Aslında çakmağı babasından alıp ona ilk verdiklerinde buna dikkat etmemişti bile,cenaze işleriyle meşguldü. Cemaat kadar olmasa da o da inanıyordu babasının bunu işaret olarak kendisine miras bıraktığına.

Küçük bir çocuk ezberden Kur’an okuyor, karşısında bir adam kitaptan takip ediyor. Dili dönmüyor çocuğun, bir yeri yanlış söylüyor, patlıyor tokat suratında. Bu bir görüntü olarak geçip gitti kafasından, farkedemedi bile. Kur’an’ın tümünü ezbere biliyordu uzun zamandır. Basit. Çakmak ateş verir. Ateş cehennemi simgeler. Biraz düşündü Seyyid Muhammed ve ne söyleyeceğini buldu.Yemek tamamlandı. Çay ve zaman sohbette su gibi geçiyordu. Belki de aşırı çaydan mide ülseri olmuştu babası…


Fatih dördüncü bardağı zarzor bitirmişti. Salim hemen tazeledi, reddedemedi, ayıp olurdu. En iyisi bunu içmemek. Bardak dolu olursa dolduramazlar. Yanında oturan diğer gençlere fısıldadı bu fikrini. Hüseyin, Ahmet ve Zeynel hafifçe gülümsedi ve çaylarını yarım bıraktılar.

Çakmak henüz sorulmamıştı, Seyyid’in sormadan açıklaması bekleniyordu herhalde. Konu Corç’tu şimdi. Hani şu Amerikalı pilot. İncirlikten kalkmış, birkaç dakika geçmeden havada ışıktan bir çizgi görmüş. Nedenini anlamak için izi takip etmiş. Işık köyün üzerinde kaybolmuş. Kimseye anlatamamış Corç. İlk izninde köye gelip Şeyh’i bulmuş. Şimdi Amerika’da bir cemaati varmış. Ordudan atmışlar tabi adamı…

Boş gevezelikler!.. Fatih’in aklındaki ise bambaşka. Diyarbakır’dan getirilen malzemeyi Hüseyin’in evine koymuşlardı. Yumurtaları aynı sepete koymamak lazım, dağıtılmalı. Sonra İstanbul’da yarı çıplak sosyetik orospuların dansettiği barlara göz atılacak gecenin geç saatlerinde. Biri belirlenip krokisi çıkacak etrafın. Yapılacak iş çoktu ama o burada Corc’u dinliyordu bininci defa. İnsanlar buradaydı ama… Kıravat mıravat takmak gerek, kıyafet düzgün olmalı, sakallar kesilmeli, çok dikkati çekiyor bu aralar… Keşke arkadaşlarıyla dışarıda olsalardı şimdi, dağda mesela. Dağın serin havası falan… Göz kulak olurdu arkadaşlarına. “Bana ne ulan corçtan!” , diye bağıramadı tabi, hikaye bitmeye yüz tutunca çaktı çakmağı.

- Efendim, Seyyid Abdullah Hazretleri sizi İslam’ın yoluna ışık olarak bıraktı, çakmağı yakmanız için size bıraktı.

Seyyid Muhammed karşısında oturan delikanlıya bakıp sakalını sıvazladı. Genç olsaydı o da böyle düşünürdü belki. Ah gençlik! Aceleci gençlik… Silsilesi peygambere kadar uzanıyordu tabi, anlamıştı Fatih’in kastettiğini.

- “Keşke o kişi ben olabilseydim” diye yanıtladı onu, “ Ama Arap medreselerinde öğrenmişsindir işaretleri, alametleri. Maalesef bu alametler bende bulunmuyor. Biz göremeyeceğiz herhalde, inşallah torunlarımız görür o günleri.”

Fatih’in yüzü asıldı. Odada oturanların çoğu meseleyi anlayamamıştı, ama Seyyid Muhammed gayet iyi anlamış ve reddetmişti. Kıçının üzerine oturup, çay içip Corç’tan konuşmayı, çoluk çocuğa bakmayı tercih etmişti. Kabul etseydi herşey daha kolay olacaktı. Seyyid şimdi sarp kayalar dikmişti önüne, birkaç kişiyle de olsa dağı aşacak, dağı yol edecekti kendinden sonra geleceklere. Ama şimdi susmanın zamanıydı.

Sözü açılınca çakmağı sordu sonunda cemaat. Kerametini en iyi Seyyid Muhammed bilirdi elbet. Yeni imam biraz durakladı.

“Merhum Seyyid Abdullah Hazretleri vefatı esnasında bizlere en mühim dersini verdi. “, dedi. “Allah korkusunu hatırlattı bize ki en mühim ders budur. Cehennemi aklında tutmayan cennete erişebilir mi? Allah’ın ateşini, gazabını daima aklında tutacaksın ki güzel huy edinebilesin. İşte çakmağın kerameti budur.”

Cemaatten onaylama sesleri ve “Ya Allah!” nidaları işitilirken Fatih avaz avaz haykırmak istiyordu Seyyid Muhammed’in apaçık olanı sakladığını. Nefretle dolmuştu içi. Allah ahirette tattırır gazabı, yeryüzünde ise Allah kafirlerin cezasını müslümanlar, cihad edenler eliyle verir. Yeni imam ise çakmağı yakmaya, ateşini kafirlere göstermeye yanaşmıyordu. Çakmağı kendisi yakmalı, Şeyh’in işaret ettiği yerine gelmeliydi, gelecekti. İçinde az önce yanan, güçlükle engelleyebildiği öfke ateşi, yalana karşı öfke, şimdi coşkunluk ve güç veriyordu kendisine.

Sohbet gece onbire kadar sürdü. Türbeyi yıkmaya kalkınca kepçesi kırılan kafir mühendisin akıbeti, turist Olga’nın müslüman oluşu anlatıldı. Başörtüsü zulmünden bahsedildi. Gelenlerin bir kısmı arabayla şehire döndü, bir kısmı yatakhaneye gitti. Salim kapıyı açtı. Seyyid Muhammed iç odaya geçti. Babasının tütün tabakasını sehpadan alıp bir sigara sardı, yaktı. Çakmağa baktı. Kafasını sallayıp gülümsedi.

Sedire oturup pencereden dışarı baktı. Bugün ay yoktu. Karanlıkta bir arabanın içinde Fatih, Hüseyin, Ahmet ve Zeynel İstanbul’a yol alıyordu.

-------o-------

Zorunlu bir ek:

Erdal bu hikayeyi bitirince toparlandı ve internet kaçamağına bir son verdi. Gülümseyip “gericiler” dedi. Mailine baktı, yazılanları şifre çözücü programa aktardı. İç Anadolu bölge komitesinden yoldaşların gönderdiği raporları okumaya başladı. Kitap altlarını çizmesinden gelen bir alışkanlıkla ara ara farenin düğmesini basılı tutarak raporun okuduğu kısımlarını koyulaştırıyordu. Birden sol kolunda bir sancı hissetti. Nefes almak için arkasına yaslandı ve öylece kalakaldı.

Az sonra Zeki kapıyı açtı, “Erdal yoldaş, Ayten’le çay içiyoruz, sana da getireyim mi “ dedi. Ses alamayınca yanına yaklaştı ve Erdal’ın öldüğünü anladı. Ayten’e seslenmeden önce raporları kapatması gerektiğini biliyordu. Ekrana baktı. Bazı bölümler işaretlenmişti. Hemen ayrı bir dosyaya kaydedip şifreledi ve merkez komiteye iletti.

Gözyaşlarını kuruladı, ağladığı belli olmamalıydı.

ulaş akyol


Hiç yorum yok: